Ara Menü
Ana Sayfa En Son Haberler Menü
ÖNE ÇIKANLAR

Bob Moses ile punk/rock geçmişinden bugünkü sahne enerjisine yön veren dönüşümü üzerine

Bob Moses 1 Ağustos'ta Klein Phönix, 2 Ağustos'ta Playa Tropical sahnesinde performans sergileyecek

  • RÖPORTAJ: ONUR ATEŞ
  • 30 Temmuz 2025

Tom Howie ve Jimmy Vallance ikilisinden oluşan Bob Moses ile, yaklaşan Türkiye şovları öncesi sohbet etme fırsatı yakaladık. Birbirleriyle tanışmaları Vancouver’da lise yıllarına uzanan ve Rancid ile Green Day gibi pop-punk gruplarına olan ortak tutkuları sayesinde bir araya gelen ikiliden Vallance, Berlin tarzı techno yaparken, Howie şarkı yazarlığı ve solistlik alanında çalışmalarda bulundu. Kendi tarzlarının sade ve özgün bir birleşimiyle "post-club" olarak tanımlanabilecek ilgi uyandırıcı bir stil yaratmayı başaran ikili, New York City’i tasarlayan şehir plancısı Robert Moses’a saygı amacıyla sahne ismi olarak Bob Moses ismini seçti.

Geçtiğimiz haftalarda "Waiting on the World" isimli yeni teklileri ile dinleyicilerinin beğenisini toplayan Bob Moses, 1 Ağustos Cuma günü Klein Phönix, 2 Ağustos Cumartesi günü Playa Tropical sahnesinde dinleyicileri ile bir araya geliyor.

Punk/rock geçmişinden gelip elektronik müziğe yöneldiniz. Bu erken dönem etkileriniz şu anki sound’unuzu nasıl şekillendirdi?

Tüm etkilerimiz, ister istemez müziğimizde kendini gösteriyor; bir müzisyen olarak bunun önüne geçemiyorsunuz zaten. En çok da riff’ler, melodiler, sözler ve parçaların mesajı gibi melodik bölümlere bakış açımızda kendini belli ediyor. Bir parçayı oluştururken sadece melodilere, sözlere ve "şarkı" öğelerine değil, ritimlere ve enerjisine de çok odaklanıyoruz. Ama bu etki sadece müziğin kendisine değil, müzik yapma ve sahneye çıkma tavrımıza da yansıyor. Başlangıcımız Brooklyn’deki çok da yasal olmayan warehouse rave partilerinin olduğu çok kendin yap (DIY) bir sahnedeydi. O dönemin o sert ve asi havası, gençliğimizde punk müzik yaparken kaykay parklarında ve topluluk merkezlerinde çaldığımız günlerdeki hissiyatla çok örtüşüyordu. Yani etkinlikler için pek uygun olmayan yerlerde, elimizde ne varsa onunla durumu kurtarıyorduk. Müzik üretme biçimimiz de aynı şekildeydi: elimize geçen herhangi bir ekipmanla, stüdyoyla çalışmak. Punk rock’taki gibi ham, sert, asi ve tutkulu bir tavır vardı. İşte punk’tan aldığımız ve hâlâ taşıdığımız en büyük etkiler bunlar.

İlk albümünüz “Days Gone By” ile kıyaslandığında, “The Silence in Between” sanatsal gelişiminizi nasıl yansıtıyor sizce?

Bob Moses’ta bizim için hep insanla makine arasında bir denge vardı. Rock ve elektronik etkilerimizin birleşimi. “Days Gone By”, Brooklyn rave sahnesinde olduğumuz dönemdeki halimizin biraz daha ulaşılabilir bir versiyonuna ilk adımımızdı. Rave'lerde de, tiyatro sahnelerinde de çalabileceğimiz şarkılar yapmak istedik. “Battle Lines”ta ise performans şeklimizden de etkilenerek sound’umuzun grup yönüne daha çok ağırlık verdik. “The Silence in Between” ise bu ikisinin ortasına bir geri dönüş gibiydi; kulüp kültürü köklerimizi sahiplenirken aynı zamanda rock’taki keşiflerimize de yer verdik. Şu an üzerinde çalıştığımız yeni albümde ise Bob Moses’ın en iyi yanlarını ortaya koymaya odaklandık: şarkı yazarlığımızı zorlamak, duygusal anlamda en yüksek ifadeye ulaşmak ve aynı zamanda sahnede ve DJ setlerimizde en iyi çalışan ses dünyasını stüdyoda da ileriye taşımak.

Jimmy ve Tom’un stüdyo çalışmalarında ve sahne hazırlıklarında rol dağılımı nasıl şekilleniyor?

Şanslıyız ki ikimiz de her şeyin içinde yer alıyoruz. Ama birimizin asıl güçlü olduğu noktalar, diğerimizin ikincil becerileri. Tom’un güçlü yönleri: melodi, söz yazımı, akorlar, yapı, düzenleme... Jimmy’nin güçlü yanları ise: teknik işçilik, davul programlama, groove yaratımı ve riff yazımı. Ama Jimmy’nin şu ana kadarki en iyi sözlerimizden bazılarında imzası var ve melodilerimizi de yazdı; Tom ise birçok parçamızda davul programlaması ve synth tasarımı yaptı. Yani net çizgiler yok, süreç boyunca ikimiz de her şeye dahil oluyoruz. Bu ortaklık sayesinde birbirimizden çok şey öğrendik ve tüm bu alanlarda hem bireysel hem de ortak olarak daha iyi hale geldik.

Canlı konser filmi “Falling Into Focus” gibi yaratıcı projelerde yer aldınız. Yoğun ve sürükleyici bir canlı performansı ekrana taşımak sizin için nasıl bir deneyimdi?

Çılgın bir gündü. Çekimler 24 saat sürdü (bazı ekip arkadaşlarımız için daha da uzun). Günün sonunda oldukça yorgunduk ama o lokasyonda olup parçaları üç farklı formatta (dans pistine yönelik, grup performansı ve akustik olarak) çalmak gerçekten olağanüstü bir deneyimdi. Yoğun bir çalışmaydı ama fazlasıyla karşılığını verdi. Aynı tarzda bir projeyi tekrar yapma fırsatını dört gözle bekliyoruz.

Son tekliniz “Waiting on the World”, bugün yükselmekte olan sanatçılara seslenseydi, onlara ne söylemek isterdi?

Kendilerine güvenmelerini ve hayallerinin peşinden gitmeye cesaret etmelerinin, hiç denememekten çok daha iyi olduğunu hatırlatmasını isterdik. Denemezsen bilemezsin!

Performanslarınız öncesinde Türkiye’deki dinleyicilerinize ne söylemek istersiniz? Ne tür bir deneyim getirmeyi planlıyorsunuz?

Türkiye’ye yeniden gelmeyi dört gözle bekliyoruz. Orada her zaman harika konserler veriyoruz ve Türkiye, çalmayı en sevdiğimiz yerlerden biri. İstanbul ise dünya genelinde favori şehirlerimiz arasında. DJ setlerimizde çalmayı en çok sevdiğimiz parçaları ve daha önce hiç canlı çalmadığımız bazı yeni çalışmalara da yer vermeyi planlıyoruz. Sabırsızlanıyoruz!

Sonraki Sayfa
Yükleniyor...
Yükleniyor...